BEN         BENİ BİLİRİM GEL GÖR ANLATAMAM GİR BAK İÇERİDEN HEM BAHAR HEM         GÜZ, DÜNYA MALINDA KOMŞU BAĞINDA BİLLA GÖZÜM YOK DURURUM DÜMDÜZ

www.medigo.com.tr.tc

medigo@rt.net.tr
ICQ:22241084

KOMŞU BAĞI


Bağım-bahçem salkım saçak... Ama bir de komşu bağlar var çeşit çeşit, tat tat üzüm bağları. Renk renk, lezzet lezzet. Bu sayfada onların armağanları var. Kendi yüreklerinden koparıp verdikleri, bizimle paylaştıkları. Gel biraz da onların bahçelerinde dolaşalım. Komşu bağların güzel lezzetlerini tanıyalım... Sen de bağından bir salkım vermek istersen, ya da tümünün kapılarını açmak istersen, gönlünden kopanı, aklına takılanı, dert edindiğini, duygulandığını, eleştirdiğini ya da güldüğünü uçur bana bir posta güverciniyle, senin de bağın bahçen eşe dosta ikram edilsin burada; sen de yaşa paylaşım denen şeyin tadını
...

ANA SAYFA

SPİL

YOLLARA DÜŞTÜM

YAKAMOZ

BODRUM'DAN KALKAN'A

AH GÜZEL İSTANBUL

BİR İSTANBUL SABAHI

ALBÜM (AİLE)

ALBÜM (EŞ-DOST)

ALBÜM (İŞ-GÜÇ)

  ÇİZİKTİRMELER

ŞİİRİMSİ

İPEK KANATLAR

  KOMŞU BAĞI

HOŞÇAKAL LİMANI

  İLETİLER

  ELEK

  ATA

DAĞARCIK

BAŞKA

DİZİN


1- ANKARA'DA NİSAN (T.Öre, Ankara)

2- NEDEN (K. Çağın, İstanbul)

3- İÇLİ BİR İSTANBUL ŞARKISI (E. Tanrıverdi, İstanbul)

 

________________________________________________________________________________________



ANKARA'DA NİSAN

Hani bitmişti karakış?
Gelmişti nisan ayı
İnanmıyorum Yalancı
Sarmaşıklar sarmamış ki asmayı
Şekerden de çıkmıyor karınca
Baksana!
Bulutlarda saklıyor
Güneşi, ayı
Doğrusu sana inanıp da
Kaldıramam sobayı..

Dışarı mı çıkalım neden?
Göçmen kuşlar geçiyormuş
Bir de bahçeye dikmeliymişiz güller
Deli mi ne
Bu soğukta elimde kazma kürek
Bahçeye çıksam
Elalem bana güler...

Demek artık bahçede yiyorsunuz yemeği
Kışlıkları da kaldırdınız dolaba
Şuna bak!
Birde üstünde incecik basma
Çıkıyormuş sokağa
Bu kadarı yeter ama
Daha fazla abartıp da damarıma basma..

T.Öre, Ankara


BAŞA DÖN


_______________________________________________________________________________________

NEDEN?
    

     Sakin bir hareketle yatağımdan doğruldum.Yatarken perdeleri kapatmam.Güneşle uyanmağı severim. Güneş hem erken kalkmamını sağlıyor ki zırıl zırıl öten bir saatten daha iyiydir hem de günün ilk saatlerinde özlediğim sessizliği ve büyük şehirde nekadar kalmışsa o kadar doğanın güzeliğini görebiliyordum.
Düzenli biri sayılmazdım. Kurallarım vardı, her kural gibi sadece canım istediğİ zaman uyduğum kurallar. Hayatın üzerimde yarattığı ağırlıktan yakınırdım sessizce kendime.
     Yüzümü yıkadım isteksizce. Zor geçen günün ardından, yataktan kalkmak yetmiyormuş gibi bir de gözümü açabilmek için yüzümü ıslatmam gerekiyordu. Ne saçmaydı uyanmaya direnirken gözlerini sulamak. 
Bunun gibi birçok örnek sıralayabilirdim. Dünyanın sorgusuzca kabullendiği, hiç aldırış etmden sürekli tekrarladığı saçma sapan şeyler hayatım boyunca sorun oldu benim için.
     Önceleri bir şirkette çalışıyordum. Herkes gibi sabah 07.45 de işbaşında oluyordu. Akşam 18:15 de de paydos. Orada da saçma sapan hırsı anlayamamıştım.10.000 sene önce yaşayan mağara adamından farkımız neydi anlayamıyordum birtürlü. Mağara adamı yaşamak için avlanmak zorundaydı. Bitki toplamalıydı yaşamak için. Bitkiden, avın postundan giysi yapmalıydı. Mağara bulmak zorundaydı, yaşamak, korunmak, eşyalarını saklamak için. Taşları yontmalıydı eşya yapmak için. Avlanmak için silah, ateş için taştan ocak, aydınlanmak için meşaleler yapmalıydı. Daha sonra tekerleği buldu mağara adamı taşımak, taşınmak için.
     Biz farklı mıyız sanki? Yaşamak için eve ihtiyacımız var. Korunmak, eşyalarımızı koymak için, uyumak için evler yaptık yada kiraladık. Çünkü mağara sayısı az. Başkalarının mağarsında, evinde yaşamak için paralar ödüyoruz. Karnımızı doyurmak için avlanmak yerine çalışmak zorundayız.
     Avlanmak daha cazip görünse de bazı zamanlar onunda dezavantajları vardı. Kışın avlanmak zordu mesela. Ya da karnın açken, doymak için çalışmak yani enerji harcamak gerekirdi. Halbu ki şimdi bir telefonla suşi siparişi bile verebiliyorsun. Üstelik mağaranın tarifini ver getirsinler.
     Çalışmak tamam da kıyafet zorunluluğu gibi bir salaklık bütün iş alemine bulaşmış. Kurumsal Kıyafet diye birşey yaratmışlar. Ne demek kurumsal kıyafet?
     Fabrikada çalışan işçiye standart bir tulum verirsin tamam, dans ya da gösteri ekibin vardır bir örnek giyinir o da olur, askerlerin bile, yazlık, kışlık, tören, arazi, operasyon tipi kıyafetleri varken biz iş hayatında, gömlek,  eğer kurumsallık iddianız yüksek ise uzun kollu gömlek, takım elbise o da mümkünse koyu renkler olmalı,  bir de asla akıl sır ermez kravat var.Tabii yaa, kravatsız kurumsal kıyafet olur mu. Bizim adımız beyaz yaka da neden yakamızla değil kravatımızla kurumsallaşmaya çalışıyorlar? Düşünün bir kere hergün ama hergün belli bir geometrik düzen içinde çeşitli şekillerden geçirerek bağladımız kumaş parçasını boynumuzdan sallansın diye takmak zorundayız. Bazılarımız sevebilir. Ama anlamı ne bunun? Takmasak da olmuyor mu? Üniversiteyi bitirmiş olmak yetmedi mi belirli bir seviyede olduğumuzu göstermeye.10 yıllık iştecrübesi …Peki hepsi tamam 5 yıldır aynı şirketteyim. Kimse hala tanıyamadı da mı bunu hergün takıyorum. Bir deneyin isterseniz.
Müdürünüzle atışabilir kıyametler koparabilirsiniz. Pek bir sorun olmaz bu. Ama birgün kravatsız gelin, bakın neler oluyor… Sanki dünkü medeni, eğitimli, karizmatik, çalışkan adam gitti bir anda yerine ne idüğü belirsiz, tehlikeli, son derece biçimsiz ve çok büyük ihtimalle düşük seviyeli biri ışınlandı..
     Uzatmayalım bu kıyafetleri giyer işe gidersiniz.. Asıl sorun burada başlıyor. Dallasvari bir işhayatı karşımızda. Onun bunun adamları, eş-dost akraba ilişkileri, tembeller, embesiller, kıskançlar, aşırı hırslılar ve normal olarak birkaç tane de adam gibi adamlar var filmde.
     Hak, hukuk, eşitlik ve sistem diye sürekli yakınan bir çoğunluk, sanki transtaymış da nirvanayla röportaj yapıyormuş gibi. Azınlık bir idare, kendini spartaküsle socrates karışımı zanneden yöneticiler.
Yönetmenin hayal gücü olmasa ne olur. Karakter zenginliği çok bikere. Adamların doğal halleri bile sıradan bir ağacı biranda reklamcılar kralı yapmaya yeter. Halbuki biz bu işe avlanmamak için geliyoruz, bunu birtek anlayabilen ben miyim diye düşünüyordum hep. Ne komik bir trajedi. Kaldırımda yürüyen insanın kafasına onsekizinci kattan piyano düşme sahnesi birçoğumuzu güldürür genelde. Bu da öyle birşeydi herhalde. 
Ama piyanonun kafasına düştüğü adamın yerine koyun kendinizi. Acı anlık ama etkisi kalıcıdır.
     Boynumdan saçma salak bir kumaş parçası sallanarak ve bundan acayip bir haz alarak etrafta koşuşturan birsürü insanla aynı ortamı paylaşmak zorunda olmak…Bunu farkında olmak ve buna katlanmak daha acı veriyordu ona.
     Acayiplik bununla da bitmiyor tabii. Neden serbest kıyafet uygulaması vardı ve genelde cuma günleriydi?
Herkes Pazartesiden nefret eder o halde serbest kıyafet uygulaması pazartesi olsa daha yararlı olmaz mı? Çarşamba günleri içinde bu geçerli … Bir de serbest kıyafet yönetmeliğinin normal kıyafet prosedüründen uzun olduğu karizmatik globalleşmiş çağdaş şirketler var. Nasıl serbest kıyafet uygulamsıydı ki bu? O yasak giyilmez, bu zaten yasak hiç alma bile… Nasıl serbestlik bu, bu resmen yarı açık ceza evi kreasyonu.
Aman be sinirlendim gene. Şeytanla uzun zamandır konuşuyoruz. Hırs etti, beni ikna etmeye çalışıyor. Kravat'ı takıp gelsen ne olacak sanki. Beni çalışmamamı yakalayabilecek kaç yönetici var ki.
     Halbuki avlanmasan direk açsın o gece.
     İş yerinde durum bu değil ki. Maalesef yöneticilerin birçoğu astlarından daha bilgisiz ve tembel.
     Yönetmen hımbıllığı diye bir hastalık var aids'den de tehlikeli. Bir kere yönetici oldunmu kesin bulaşıyor. Ancak bağışıklık sahibi olan az miktarda adam var. Yapılan araştırmalar gösteriyor ki, farkı yaratan karakter.
Yarım saat kahvaltı, yarım saat sohbet, bi saat iş sonra tekrar çay ve sohbet, aha öğlen oluverdi bile, öğlen yemekten sonra rehavet çöker, bir Türk kahvesi, biraz sohbet bir sigara, bir saat iş sonra çay sonra dedikodu, arada iki telefpn görüşmesi aha, servise yarım saat kalmış toplan. Yuuh beee.
     Yönetici de aynı tempodan yorgun düşmüş olacak ki herkesle, hatta herkesten önce şirketi terk eder.
Biz bu çalışmama için maaş alır servise bineriz, yöneticlerde bizim çalışmamamızı yakalayıp ortaya çıkaramadıkları için, maaş, prim ve yan menfaatler alır ve şirket arabasına biner. Yani biz çalışmadığımızı için , yönetici de bunu fark edip yakalayamadığı için ödüllendirilir.
     Bunu anlamak mümkün değil. Heeeeey Yönetim uyuma, çıkar aradan bu yöneticileri bizi direkt ödüllendir. Acayip kârlı olur valla. Kırışırız kârı….
     Bu hayatı yaşayıp da sıkılanlar için Devlet baba 12, diğer hayırsever işverenler ise genellikle 18 iş günü ara verme hakkı tanır. Hani sıkıldınız, para da kazanıp biriktirdiniz. Hadi şimdi gidip paraları harcayın diye bizi dışarı salarlar.
     Ne komik aslında, hadi gidin gidin da kafayı dinliyelim demek istiyorlar aslında. Verdikleri parayla 12-18 gün nereye gideceksek.1 hafta tail yapıp borcunu tüm yıla eşit olarak bölüştürüyoruz… Ne o tatil yaptık… Aslında işin kendisi komik, birileri izin verebilmek için bir sürü yasak ya da kural koymuş.
     Bak şimdi, yurtdışından kalem getirteceksin. Yandın valla, 50 tane evrak var. İthalat iznin olacak, taşıtacaksın, gümrük var, ticaret müştesarlığı, vergi dairesi, imza sirküleri, noter, bankalar oooooohh oh. En sade ve kolay ilişki ise satıcı ile müşteri arasında, " Kaç para kardeş , bu kadar , şu kadardan bu kadar tane olmazmı? yes olur, tamam gönder" ilişki bu kadar basit işte. Ama Adamın depodan senin dopoya kadar, ne kadar iş var …. İşte insanlar bu aradaki işleri yapmak için iş güç sahibi oluyor ve 15 sene falan okuyorlar. Çok saçma değil mi şimdi.
     Şimdi bir kısım arkadaşlar bizim işimiz bu değil ki diyor. Doğru kalanlar , şirket içindeki embesiller sayesinde iş güç sahibi olmuş olanlar. Mal depoya daha girerken başlar sıkıntı. İstediğimiz mal bumu? Aynısı mı? Evrakta ne demişiz ne gelmiş? Şimdi depoya alalım, aldık mı? evet aldık, ölçün, tartın, ısıtın, bükün tamam mı? tamam, şimdi bunun maliyetini çıkarın, siz ikniz reklamını hazırlayın, üçünüz furar katılın, siz satın , adam mı yok, siz iki tane daha satışçı alın. Is oya uygun yapın bu işleri, siz bunları denetleyin. Sattık mı, oh tamam, emeği geçen arkadaşlara paralarını ödeyin (maaş) şimdi de muhtasarı ödesin arkadaşlar , kim yapacak efendim alın 2 arkadaş muhasebeye yapsın, avans istiyenler var, şirket parası hangi bankada dursun, ne bilim lan ben kurun bir finansman departmanı, Efendim gazetede yazı var ürün dandik diye, derhal Halkla ilişki kuran bir departman yapın, yapalım efendim…..
     Bu böyle devam eder gider. Boku çıkar 1.2.3.4.5.6 Sigma yapın, o da yetmez 7 yapın, ISO 9 - 10 bin alın , kalite çemberleri yapın , holahop çevirin …..
     Bu böyle gider. İşte iş hayatında karşımıza çıkan departmanlar böyle doğmuştur.
     Saçmalık birtek bunlar değil elbette, bir sürü var.
     Yöneticilerin bu basiretsizliklerinden faydalanmak isteyen başkaları çıkmış. Biz bunların da üstündeyiz diyen, bazı şirketlerde CEO bazılarında ise İcra kurulu, Yönetim Kurulu diye adlandırılan en akıllı grup doğmuş. Bunlar da bu beceriksiz yöneticileri yönetememekten dolayı ödüllendirilen makamdalar. Kendilerine uygun bir mevkii bulunamadığından genlede el üstünde tutulurlar. Gazete ve dergilerde boy boy resim ve yazıları yer alır. Ölmeye çok yaklaştıkları zaman kitap yazar ve politakaya atılırlar. Hergün Televolelerde ve ana haber bültenlerinde yer alan meşhur mankenlerle aynı ratinglere sahiptirler. Almanya'da iş sahibi olan bir adamın kazancı ile Türkiye'de şirket sahibi olan adamın kazancı karşılaştırılınca ne olur. Ne olacak eldeki sermaye, işgücü ve teknolojiye karşılık oratada duran verim arasında acayip bir tezat vardır. Şöyle örnekleyelim, Bir kör vatandışın tekbaşına fil vurup avlaması ile, 40 tane üniversite mezunu adamın bit fare peşinde 40 gün koşmasına benziyor aralarındaki ilişki.
     Hergün aynı işyerine bilgisayarda 2 tıklama ve telefonda onlarca görüşme yapmaya gelmemizin sebebini anlayabilmiş değilim.
     Dünyanın gelişmesi için bu şartmış. Ne şartı!!! Tamamı uydurma!! Dünya gelişiyor da neden milyarlarca insan hala sefalet içinde yaşıyor ve buyüzden savaşıyor. Dünya üzerindeki nimetleri bugünki şekliyle bölüşme hakkını kim kime vermiş.
     Burası benim, buradakiler benim, yetmez burası da benim olsun. Gelişen sadece teknoloji, ondan yararlanan insan sayısı ile aç insan sayısı arasında çok fark var çok.
     Herkes bizim mahallede ya da sokakta yaşamıyor. Televizyonda haberlede seyrettiklerimiz film değildir. O hayatlar da gerçek. Dünya üzerinde açlıktan kırılan ülkeler var. Aya adam göndermek için harcanan para, bazı ülkelerin bütçesinden çok. İçtiğimiz meşrubatların reklam için harcadığı parayla birkaç ülkenin nüfusu yemek yiyebiliyor. Neymiş kravat tak işe gel, 2 tıkla bir alo de zart zurt.
     Boş bunlar booş. Hayatınızı yaşayın. Bu günün işini yarına bırakma diyen atamız büyük ihtimalle işverenmiş. Filozof bir ata olsaydı bügünün hayatını bugün yaşa falan demeliydi.
     Nasıl ata bu ya, çalışan demir ışıldar gibi abuk sabuk laflar söylemiş. Taş devrinde çalışmak fuzuli miydi yan o zaman. Olmaaaaz!!! Demir fazla çalışırsa aşınır, ya da fazla açıkta kalırsa pas yapar.
     Yağlamazsan zaten işi biter. Isınabilir soğutmak gerek.
     Her zaman demire ihtiyaç var mıdır? Sakla samanı gelir zamanı diyerek tüketim eğilimi çok az otu bile kıymetlendirmiş ve üstün bir deha örneği göstermişlerdir. Kim bilir kaç ata samandan köşeyi döndü.
     Arttırabilirim örnekleri. Ayağını yorgana göre uzat. Bak bak şimdi. Ulan hep yaz olan memleketlerde yaşayanlar naapsın. Adamın yorganı yok. Nereye göre uzatsın ayağını ? hee nereye ?
     Yaaaa, dur daha dur, ak akçe karagün içindir. Bu ne demek. Bilmezsiniz tabii. İlk bankayı kuran atanın sloganı bu! Harcama iyi gün var kötü gün var. Biriktir ama dikkat et. Çalmasınlar. Ver bana ben salkayayım.  Rekabet artınca da Faiz icat olmuş. Oh ne ala ne ala.
     Ağaç yaşken eğilir. Eğ de görelim. Tabi bu da uyanık marangoz atanın marifeti. Yaş ağaç daha ağır çeker . Bunu piyasaya itelemenin yolu ne? Aha bu, söyle bir ata sözü olsun bitsin.
     Daha neler var neler. Hayat çabuk geçiyor , hem de çok çabuk. Parkta bir banka oturup yalnız başınıza kitap ya da gazete okumayalı nekadar oldu? Ya da adalar vapurunda çayınızı yudumlarken martılara simit atmayalı? En son ne zaman Sultanahmet Meydanına gittiniz? Ya da hiç Balat'a yolunuz düştü mü?
Motor iskelelerinde ayakkabı boyayan çoçukla sohbet ettinizmi hiç? Ya da köy kahvesinde bir amcaya hal hatır sordunuz mu? Arkadaşlarınızla hesapsız eğlenmeyeli ne kadar oldu ya da kaç kere yapabildiniz geçen yıl? Moral bozmak değil amcım ama parasız ve hesapsız yapılabilecekler de var onları hatırlatmak istiyorum. Çok şükür deyip yaşamak mümkün. Tabi ki de çok şükür halimize, sağlığımıza. Ama bu yeterli mi, yeterliyse bile doğru mu ?
     Hayatta var olma amacınız, hergün işe gidip gelip, çoluk çocuğa karışıp, ölüp gitmek mi sadece ?
     Başka bir anlamı olmalı varlığımın, yoksa da ben ona bir anlam katmalıyım…
     Dünyada var olmamın anlamını yaratmaya çalışıyorum.
     Dünyada var olduğunuzun anlamını yaratmaya çalışın.
     Dünyanın var olmasına bir anlam verelim.

K.Çağın, Mart 2002, İstanbul

BAŞA DÖN

_______________________________________________________________________________________



İÇLİ BİR İSTANBUL ŞARKISI

Dururlar karşı karşıya
Dururlar ellerinsiz;
Dururlar yıllardır
Çağlardır dururlar…
Elsiz iki insandır:
Kadıköy'le Karaköy!
Sarılan, dalgalarla…

İki kıyıyız işte senle biz:
Kadıköy'le Karaköy'üz
         Karşı karşıya…
Elsiz iki insanız/tıpkı
         Elsiz iki insan gibi:
             Sarılan bakışlarla…

Ellerimiz yok /ellerimiz bir olsa:
Arada, boğaz-köprü kalmayacak…
Tutup sarılacak, Asya'yla Avrupa!
Dinecek çağların özlemi
       bitecek dayanmak
Bitecek
   Dalgaları;
        Keskin bir bıçak gibi
             Göğüste duyarak yaşamak
İki kıt'a gibi birleşeceğiz.


E. Tanrıverdi, İstanbul

BAŞA DÖN

_______________________________________________________________________________________

Hit Counter

 

BİR KUŞ UÇUMU KADAR UZAĞIZ BİRBİRİMİZDEN BİR KANAT ÇIRPIMI KADAR YAKIN