ANA
SAYFA
SPİL YOLLARA
DÜŞTÜM YAKAMOZ BODRUM'DAN
KALKAN'A AH
GÜZEL İSTANBUL BİR
İSTANBUL SABAHI ALBÜM
(AİLE) ALBÜM
(EŞ-DOST) ALBÜM
(İŞ-GÜÇ)
ÇİZİKTİRMELER ŞİİRİMSİ İPEK
KANATLAR
KOMŞU
BAĞI HOŞÇAKAL
LİMANI
İLETİLER
ELEK
ATA
DAĞARCIK BAŞKA |
DİZİN
1-
ANKARA'DA NİSAN (T.Öre, Ankara)
2-
NEDEN (K. Çağın, İstanbul)
3-
İÇLİ BİR İSTANBUL ŞARKISI (E. Tanrıverdi, İstanbul)
________________________________________________________________________________________
ANKARA'DA NİSAN
Hani bitmişti karakış?
Gelmişti nisan ayı
İnanmıyorum Yalancı
Sarmaşıklar sarmamış ki asmayı
Şekerden de çıkmıyor karınca
Baksana!
Bulutlarda saklıyor
Güneşi, ayı
Doğrusu sana inanıp da
Kaldıramam sobayı..
Dışarı mı çıkalım neden?
Göçmen kuşlar geçiyormuş
Bir de bahçeye dikmeliymişiz güller
Deli mi ne
Bu soğukta elimde kazma kürek
Bahçeye çıksam
Elalem bana güler...
Demek artık bahçede yiyorsunuz yemeği
Kışlıkları da kaldırdınız dolaba
Şuna bak!
Birde üstünde incecik basma
Çıkıyormuş sokağa
Bu kadarı yeter ama
Daha fazla abartıp da damarıma basma..
T.Öre, Ankara
BAŞA
DÖN
_______________________________________________________________________________________
NEDEN?
Sakin bir hareketle yatağımdan doğruldum.Yatarken
perdeleri kapatmam.Güneşle uyanmağı severim. Güneş hem erken kalkmamını
sağlıyor ki zırıl zırıl öten bir saatten daha iyiydir hem de günün
ilk saatlerinde özlediğim sessizliği ve büyük şehirde nekadar kalmışsa
o kadar doğanın güzeliğini görebiliyordum.
Düzenli biri sayılmazdım. Kurallarım vardı, her kural gibi sadece canım
istediğİ zaman uyduğum kurallar. Hayatın üzerimde yarattığı ağırlıktan
yakınırdım sessizce kendime.
Yüzümü yıkadım isteksizce. Zor geçen günün
ardından, yataktan kalkmak yetmiyormuş gibi bir de gözümü açabilmek
için yüzümü ıslatmam gerekiyordu. Ne saçmaydı uyanmaya direnirken gözlerini
sulamak.
Bunun gibi birçok örnek sıralayabilirdim. Dünyanın sorgusuzca
kabullendiği, hiç aldırış etmden sürekli tekrarladığı saçma
sapan şeyler hayatım boyunca sorun oldu benim için.
Önceleri bir şirkette çalışıyordum. Herkes
gibi sabah 07.45 de işbaşında oluyordu. Akşam 18:15 de de paydos.
Orada da saçma sapan hırsı anlayamamıştım.10.000 sene önce yaşayan
mağara adamından farkımız neydi anlayamıyordum birtürlü. Mağara
adamı yaşamak için avlanmak zorundaydı. Bitki toplamalıydı yaşamak
için. Bitkiden, avın postundan giysi yapmalıydı. Mağara bulmak
zorundaydı, yaşamak, korunmak, eşyalarını saklamak için. Taşları
yontmalıydı eşya yapmak için. Avlanmak için silah, ateş için taştan
ocak, aydınlanmak için meşaleler yapmalıydı. Daha sonra tekerleği
buldu mağara adamı taşımak, taşınmak için.
Biz farklı mıyız sanki? Yaşamak için eve
ihtiyacımız var. Korunmak, eşyalarımızı koymak için, uyumak için
evler yaptık yada kiraladık. Çünkü mağara sayısı az. Başkalarının
mağarsında, evinde yaşamak için paralar ödüyoruz. Karnımızı
doyurmak için avlanmak yerine çalışmak zorundayız.
Avlanmak daha cazip görünse de bazı zamanlar
onunda dezavantajları vardı. Kışın avlanmak zordu mesela. Ya da karnın
açken, doymak için çalışmak yani enerji harcamak gerekirdi. Halbu ki
şimdi bir telefonla suşi siparişi bile verebiliyorsun. Üstelik mağaranın
tarifini ver getirsinler.
Çalışmak tamam da kıyafet zorunluluğu gibi
bir salaklık bütün iş alemine bulaşmış. Kurumsal Kıyafet diye birşey
yaratmışlar. Ne demek kurumsal kıyafet?
Fabrikada çalışan işçiye standart bir tulum
verirsin tamam, dans ya da gösteri ekibin vardır bir örnek giyinir o da
olur, askerlerin bile, yazlık, kışlık, tören, arazi, operasyon tipi kıyafetleri
varken biz iş hayatında, gömlek, eğer kurumsallık iddianız yüksek
ise uzun kollu gömlek, takım elbise o da mümkünse koyu renkler olmalı,
bir de asla akıl sır ermez kravat var.Tabii yaa, kravatsız kurumsal kıyafet
olur mu. Bizim adımız beyaz yaka da neden yakamızla değil kravatımızla
kurumsallaşmaya çalışıyorlar? Düşünün bir kere hergün ama hergün
belli bir geometrik düzen içinde çeşitli şekillerden geçirerek bağladımız
kumaş parçasını boynumuzdan sallansın diye takmak zorundayız. Bazılarımız
sevebilir. Ama anlamı ne bunun? Takmasak da olmuyor mu? Üniversiteyi
bitirmiş olmak yetmedi mi belirli bir seviyede olduğumuzu göstermeye.10
yıllık iştecrübesi …Peki hepsi tamam 5 yıldır aynı şirketteyim.
Kimse hala tanıyamadı da mı bunu hergün takıyorum. Bir deneyin
isterseniz.
Müdürünüzle atışabilir kıyametler koparabilirsiniz. Pek bir sorun
olmaz bu. Ama birgün kravatsız gelin, bakın neler oluyor… Sanki dünkü
medeni, eğitimli, karizmatik, çalışkan adam gitti bir anda yerine ne
idüğü belirsiz, tehlikeli, son derece biçimsiz ve çok büyük
ihtimalle düşük seviyeli biri ışınlandı..
Uzatmayalım bu kıyafetleri giyer işe
gidersiniz.. Asıl sorun burada başlıyor. Dallasvari bir işhayatı karşımızda.
Onun bunun adamları, eş-dost akraba ilişkileri, tembeller, embesiller,
kıskançlar, aşırı hırslılar ve normal olarak birkaç tane de adam
gibi adamlar var filmde.
Hak, hukuk, eşitlik ve sistem diye sürekli yakınan
bir çoğunluk, sanki transtaymış da nirvanayla röportaj yapıyormuş
gibi. Azınlık bir idare, kendini spartaküsle socrates karışımı
zanneden yöneticiler.
Yönetmenin hayal gücü olmasa ne olur. Karakter zenginliği çok bikere.
Adamların doğal halleri bile sıradan bir ağacı biranda reklamcılar
kralı yapmaya yeter. Halbuki biz bu işe avlanmamak için geliyoruz, bunu
birtek anlayabilen ben miyim diye düşünüyordum hep. Ne komik bir
trajedi. Kaldırımda yürüyen insanın kafasına onsekizinci kattan
piyano düşme sahnesi birçoğumuzu güldürür genelde. Bu da öyle birşeydi
herhalde.
Ama piyanonun kafasına düştüğü adamın yerine koyun kendinizi. Acı
anlık ama etkisi kalıcıdır.
Boynumdan saçma salak bir kumaş parçası
sallanarak ve bundan acayip bir haz alarak etrafta koşuşturan birsürü
insanla aynı ortamı paylaşmak zorunda olmak…Bunu farkında olmak ve
buna katlanmak daha acı veriyordu ona.
Acayiplik bununla da bitmiyor tabii. Neden
serbest kıyafet uygulaması vardı ve genelde cuma günleriydi?
Herkes Pazartesiden nefret eder o halde serbest kıyafet uygulaması
pazartesi olsa daha yararlı olmaz mı? Çarşamba günleri içinde bu geçerli
… Bir de serbest kıyafet yönetmeliğinin normal kıyafet prosedüründen
uzun olduğu karizmatik globalleşmiş çağdaş şirketler var. Nasıl
serbest kıyafet uygulamsıydı ki bu? O yasak giyilmez, bu zaten yasak hiç
alma bile… Nasıl serbestlik bu, bu resmen yarı açık ceza evi
kreasyonu.
Aman be sinirlendim gene. Şeytanla uzun zamandır konuşuyoruz. Hırs
etti, beni ikna etmeye çalışıyor. Kravat'ı takıp gelsen ne olacak
sanki. Beni çalışmamamı yakalayabilecek kaç yönetici var ki.
Halbuki avlanmasan direk açsın o gece.
İş yerinde durum bu değil ki. Maalesef yöneticilerin
birçoğu astlarından daha bilgisiz ve tembel.
Yönetmen hımbıllığı diye bir hastalık var
aids'den de tehlikeli. Bir kere yönetici oldunmu kesin bulaşıyor. Ancak
bağışıklık sahibi olan az miktarda adam var. Yapılan araştırmalar
gösteriyor ki, farkı yaratan karakter.
Yarım saat kahvaltı, yarım saat sohbet, bi saat iş sonra tekrar çay
ve sohbet, aha öğlen oluverdi bile, öğlen yemekten sonra rehavet çöker,
bir Türk kahvesi, biraz sohbet bir sigara, bir saat iş sonra çay sonra
dedikodu, arada iki telefpn görüşmesi aha, servise yarım saat kalmış
toplan. Yuuh beee.
Yönetici de aynı tempodan yorgun düşmüş
olacak ki herkesle, hatta herkesten önce şirketi terk eder.
Biz bu çalışmama için maaş alır servise bineriz, yöneticlerde bizim
çalışmamamızı yakalayıp ortaya çıkaramadıkları için, maaş,
prim ve yan menfaatler alır ve şirket arabasına biner. Yani biz çalışmadığımızı
için , yönetici de bunu fark edip yakalayamadığı için ödüllendirilir.
Bunu anlamak mümkün değil. Heeeeey Yönetim
uyuma, çıkar aradan bu yöneticileri bizi direkt ödüllendir. Acayip kârlı
olur valla. Kırışırız kârı….
Bu hayatı yaşayıp da sıkılanlar için Devlet
baba 12, diğer hayırsever işverenler ise genellikle 18 iş günü ara
verme hakkı tanır. Hani sıkıldınız, para da kazanıp biriktirdiniz.
Hadi şimdi gidip paraları harcayın diye bizi dışarı salarlar.
Ne komik aslında, hadi gidin gidin da kafayı
dinliyelim demek istiyorlar aslında. Verdikleri parayla 12-18 gün nereye
gideceksek.1 hafta tail yapıp borcunu tüm yıla eşit olarak bölüştürüyoruz…
Ne o tatil yaptık… Aslında işin kendisi komik, birileri izin
verebilmek için bir sürü yasak ya da kural koymuş.
Bak şimdi, yurtdışından kalem getirteceksin.
Yandın valla, 50 tane evrak var. İthalat iznin olacak, taşıtacaksın,
gümrük var, ticaret müştesarlığı, vergi dairesi, imza sirküleri,
noter, bankalar oooooohh oh. En sade ve kolay ilişki ise satıcı ile müşteri
arasında, " Kaç para kardeş , bu kadar , şu kadardan bu kadar
tane olmazmı? yes olur, tamam gönder" ilişki bu kadar basit işte.
Ama Adamın depodan senin dopoya kadar, ne kadar iş var …. İşte
insanlar bu aradaki işleri yapmak için iş güç sahibi oluyor ve 15
sene falan okuyorlar. Çok saçma değil mi şimdi.
Şimdi bir kısım arkadaşlar bizim işimiz bu
değil ki diyor. Doğru kalanlar , şirket içindeki embesiller sayesinde
iş güç sahibi olmuş olanlar. Mal depoya daha girerken başlar sıkıntı.
İstediğimiz mal bumu? Aynısı mı? Evrakta ne demişiz ne gelmiş? Şimdi
depoya alalım, aldık mı? evet aldık, ölçün, tartın, ısıtın, bükün
tamam mı? tamam, şimdi bunun maliyetini çıkarın, siz ikniz reklamını
hazırlayın, üçünüz furar katılın, siz satın , adam mı yok, siz
iki tane daha satışçı alın. Is oya uygun yapın bu işleri, siz
bunları denetleyin. Sattık mı, oh tamam, emeği geçen arkadaşlara
paralarını ödeyin (maaş) şimdi de muhtasarı ödesin arkadaşlar ,
kim yapacak efendim alın 2 arkadaş muhasebeye yapsın, avans istiyenler
var, şirket parası hangi bankada dursun, ne bilim lan ben kurun bir
finansman departmanı, Efendim gazetede yazı var ürün dandik diye,
derhal Halkla ilişki kuran bir departman yapın, yapalım efendim…..
Bu böyle devam eder gider. Boku çıkar
1.2.3.4.5.6 Sigma yapın, o da yetmez 7 yapın, ISO 9 - 10 bin alın ,
kalite çemberleri yapın , holahop çevirin …..
Bu böyle gider. İşte iş hayatında karşımıza
çıkan departmanlar böyle doğmuştur.
Saçmalık birtek bunlar değil elbette, bir sürü
var.
Yöneticilerin bu basiretsizliklerinden
faydalanmak isteyen başkaları çıkmış. Biz bunların da üstündeyiz
diyen, bazı şirketlerde CEO bazılarında ise İcra kurulu, Yönetim
Kurulu diye adlandırılan en akıllı grup doğmuş. Bunlar da bu
beceriksiz yöneticileri yönetememekten dolayı ödüllendirilen
makamdalar. Kendilerine uygun bir mevkii bulunamadığından genlede el üstünde
tutulurlar. Gazete ve dergilerde boy boy resim ve yazıları yer alır. Ölmeye
çok yaklaştıkları zaman kitap yazar ve politakaya atılırlar. Hergün
Televolelerde ve ana haber bültenlerinde yer alan meşhur mankenlerle aynı
ratinglere sahiptirler. Almanya'da iş sahibi olan bir adamın kazancı
ile Türkiye'de şirket sahibi olan adamın kazancı karşılaştırılınca
ne olur. Ne olacak eldeki sermaye, işgücü ve teknolojiye karşılık
oratada duran verim arasında acayip bir tezat vardır. Şöyle örnekleyelim,
Bir kör vatandışın tekbaşına fil vurup avlaması ile, 40 tane üniversite
mezunu adamın bit fare peşinde 40 gün koşmasına benziyor aralarındaki
ilişki.
Hergün aynı işyerine bilgisayarda 2 tıklama
ve telefonda onlarca görüşme yapmaya gelmemizin sebebini anlayabilmiş
değilim.
Dünyanın gelişmesi için bu şartmış. Ne şartı!!!
Tamamı uydurma!! Dünya gelişiyor da neden milyarlarca insan hala
sefalet içinde yaşıyor ve buyüzden savaşıyor. Dünya üzerindeki
nimetleri bugünki şekliyle bölüşme hakkını kim kime vermiş.
Burası benim, buradakiler benim, yetmez burası
da benim olsun. Gelişen sadece teknoloji, ondan yararlanan insan sayısı
ile aç insan sayısı arasında çok fark var çok.
Herkes bizim mahallede ya da sokakta yaşamıyor.
Televizyonda haberlede seyrettiklerimiz film değildir. O hayatlar da gerçek.
Dünya üzerinde açlıktan kırılan ülkeler var. Aya adam göndermek için
harcanan para, bazı ülkelerin bütçesinden çok. İçtiğimiz meşrubatların
reklam için harcadığı parayla birkaç ülkenin nüfusu yemek
yiyebiliyor. Neymiş kravat tak işe gel, 2 tıkla bir alo de zart zurt.
Boş bunlar booş. Hayatınızı yaşayın. Bu günün
işini yarına bırakma diyen atamız büyük ihtimalle işverenmiş.
Filozof bir ata olsaydı bügünün hayatını bugün yaşa falan
demeliydi.
Nasıl ata bu ya, çalışan demir ışıldar
gibi abuk sabuk laflar söylemiş. Taş devrinde çalışmak fuzuli miydi
yan o zaman. Olmaaaaz!!! Demir fazla çalışırsa aşınır, ya da fazla
açıkta kalırsa pas yapar.
Yağlamazsan zaten işi biter. Isınabilir soğutmak
gerek.
Her zaman demire ihtiyaç var mıdır? Sakla
samanı gelir zamanı diyerek tüketim eğilimi çok az otu bile kıymetlendirmiş
ve üstün bir deha örneği göstermişlerdir. Kim bilir kaç ata
samandan köşeyi döndü.
Arttırabilirim örnekleri. Ayağını yorgana göre
uzat. Bak bak şimdi. Ulan hep yaz olan memleketlerde yaşayanlar naapsın.
Adamın yorganı yok. Nereye göre uzatsın ayağını ? hee nereye ?
Yaaaa, dur daha dur, ak akçe karagün içindir.
Bu ne demek. Bilmezsiniz tabii. İlk bankayı kuran atanın sloganı bu!
Harcama iyi gün var kötü gün var. Biriktir ama dikkat et. Çalmasınlar.
Ver bana ben salkayayım. Rekabet artınca da Faiz icat olmuş. Oh
ne ala ne ala.
Ağaç yaşken eğilir. Eğ de görelim. Tabi bu
da uyanık marangoz atanın marifeti. Yaş ağaç daha ağır çeker .
Bunu piyasaya itelemenin yolu ne? Aha bu, söyle bir ata sözü olsun
bitsin.
Daha neler var neler. Hayat çabuk geçiyor , hem
de çok çabuk. Parkta bir banka oturup yalnız başınıza kitap ya da
gazete okumayalı nekadar oldu? Ya da adalar vapurunda çayınızı
yudumlarken martılara simit atmayalı? En son ne zaman Sultanahmet Meydanına
gittiniz? Ya da hiç Balat'a yolunuz düştü mü?
Motor iskelelerinde ayakkabı boyayan çoçukla sohbet ettinizmi hiç? Ya
da köy kahvesinde bir amcaya hal hatır sordunuz mu? Arkadaşlarınızla
hesapsız eğlenmeyeli ne kadar oldu ya da kaç kere yapabildiniz geçen yıl?
Moral bozmak değil amcım ama parasız ve hesapsız yapılabilecekler de
var onları hatırlatmak istiyorum. Çok şükür deyip yaşamak mümkün.
Tabi ki de çok şükür halimize, sağlığımıza. Ama bu yeterli mi,
yeterliyse bile doğru mu ?
Hayatta var olma amacınız, hergün işe gidip
gelip, çoluk çocuğa karışıp, ölüp gitmek mi sadece ?
Başka bir anlamı olmalı varlığımın, yoksa
da ben ona bir anlam katmalıyım…
Dünyada var olmamın anlamını yaratmaya çalışıyorum.
Dünyada var olduğunuzun anlamını yaratmaya çalışın.
Dünyanın var olmasına bir anlam verelim.
K.Çağın, Mart 2002, İstanbul BAŞA
DÖN
_______________________________________________________________________________________
İÇLİ BİR
İSTANBUL ŞARKISI
Dururlar karşı karşıya
Dururlar ellerinsiz;
Dururlar yıllardır
Çağlardır dururlar…
Elsiz iki insandır:
Kadıköy'le Karaköy!
Sarılan, dalgalarla…
İki kıyıyız işte senle biz:
Kadıköy'le Karaköy'üz
Karşı karşıya…
Elsiz iki insanız/tıpkı
Elsiz iki insan gibi:
Sarılan bakışlarla…
Ellerimiz yok /ellerimiz bir olsa:
Arada, boğaz-köprü kalmayacak…
Tutup sarılacak, Asya'yla Avrupa!
Dinecek çağların özlemi
bitecek
dayanmak
Bitecek
Dalgaları;
Keskin bir bıçak gibi
Göğüste
duyarak yaşamak
İki kıt'a gibi birleşeceğiz.
E. Tanrıverdi, İstanbul
BAŞA
DÖN
_______________________________________________________________________________________ |