![]() |
|
|
BODRUM'DAN |
Öylesine
çıkılmış bir yolculuk ama umutsuz değil; |
|
u r u p
e ş y a l a r ı
d i n l e m e k t e n
i y i d i r
y o l a
ç ı k m a k
y o l a
ç ı k m a l ı
y o l a
ç ı k m a l ı
h e m e n
h e m e n
|
Olağanüstü bir mavi yolculuk sonrası insan bir daha böyle bir tatil yapabileceğini düşünemiyor; oysan önüne çıkan her fırsatı bir şekilde değerlendirmek, en güzel haliyle tadına varmak gerekiyor. Korkunç bir iş temposundan sonra biriktirdiğim tüm sıkıntılarımı çıkış saatinde gökyüzüne salıverdiğimi düşündüm. Feribot saatine kadar vakit geçirmek niyetiyle Zeytinburnu Olivium' a gitmek, orada Umut' a ve belki de kendime birşeyler bakmaktı. Tatil denen şey başladı sanıyordum ama İstanbul trafiğini hesaba katmamıştım, karmaşasını, bitmez yol kazılarını. En bildik yerlerde kayboldum ve bir uçta Bakırköy'e diğer uçta Topkapı' ya gidebilecek kadar zıvanadan çıktım. Tam sapağa giriyorken Devrim aradı ve sapağı da kaçırdım. Ama sonunda allem edip kallem edip Olivium' a ulaşmayı başardım. Orada da istediğim gibi vakit geçiremedim ve on dakikalık yolu ne olur ne olmaz diyerek kırkbeş dakika erken çıkarak katetmeye karar verdim. İyi ki de böyle düşünmüşüm, çünkü Yedikule' den sola dönüp sahilyolundan beş dakikada kayıvereceğimi düşünürken yine yol çalışması nedeni ile hayallerimi gerçekleştiremedim ve zamana karşı bir yarış başladı. Sapabileceğim tüm yönlerin daha önceden kazılı olduğunu biliyordum ve tek şansım olarak Samatya yönüne saptı ve tabi ki böyle düşünen bir cuma akşamı iş trafiğinde sadece ben değildim. Gıdım gıdım ilerleyen trafik önce tırnaklarımı kemirmeme sonra da parmaklarıma geçmeme neden oldu ve en sonunda feribot kalkış saati olan sekiz buçukta kendimi Yenikapı kavşağında buldum. Tabi ki trafik ilerlememeye devam ediyordu ve feribotu kaçırdığımı düşünerek gişelere ulaşmayı başardım. Devrim orada beni bekliyordu ve arabaya atlamasıyla son sürat feribota ulaştım ve ani hareketle binmeyi başardık. Ben hala olana bitene inanamıyordum. Zaten bir onbeş dakika kadar keyif sürmek yerine yaşadığım stresi ona anlatarak azaltmaya çalışıyordum ama tabi Devrim mızmızlığımı çekmek niyetinde değildi; bir süre sonra da kendiliğimden sakinleştim zaten. Feribot yolculuğu çok güzeldi aslında. İki saat içinde Bandırma'da olma fikri bir harikaydı, bunu gerçekleştirmekle çok iyi yaptığımızı düşündük. Bandırma'ya iner inmez yola koyulduk ve durmaksızın İzmir'e ve oradan da Aydın yoluna geçtik. Yol son derece güzel ve zevkliydi ama saba karşı uykum geldiğinden ve asla uykuluyken "birşeyim yok, ben iyiyim" diye kasılmadığımdan Varan tesislerinde durup benzin aldıktan sonra uyuduk...
Sabah altı sularında uyanıp yeni güne başladık. Aydın'dan sonra Yatağan üzerinden Muğla'ya geçtik. Bir süre sonra Bodrum tüm güzelliği ile bizi karşıladı. Sandığımdan ve umduğumdan çok daha güzeldi. Hemen Gümbet' e otelimize geçtik ama tabi hemen elimize koymuş gibi bulamadık, bir onbeş dakika kadar kaybolduktan sonra Hayruş' un telefon desteği ile otele ulaştık. Gümbet Otel, Hayruş'un kuzeninin oteliydi ve muhteşem birşeyle karşılaşmayacağım çok önceden beynime işlenmişti. Yine de otelimizi ve odamızı sevdim ama kahvaltı gerçekten anlatıldığı kadar kötüydü :) Olsun odamızda klimamız ve çok güzel bir manzaramız vardı, bu bence daha önemli... Yerleştikten sonra hemen kapağı atıp dışarılara saldık kendimizi. Önce Gümbet turu yaptık biraz, sonra da minibüse atlayıp Bodrum... Bodrum merkezi benim için çok anlamlıydı. 1989'da geldiğim bu tatil kasabasını tanımak elbette ki mümkün olmadı ama yine de birçok anı canlandı gözümün önünde. Sonra yeni anılar yaşamak için gezmeye devam ettik. Anlatıldığı kadar colcobur yoktu ortalıkta, elbette ki enteresan tipler vardı ve bence onlar hayatın güzel renkleri... Gece ışıklarla bir başka güzel oldu ortalık. Çarşısı, barlar sokağı, kalesi, her birşeyi güzeldi bence. Evet biraz sıkış tıkış ama ben değil miyim insan yüzüne hasret olan, haftanın altı günü çalışıp ofise tıkılan? İlk geceyi uzatamaya çalışsam da on birde yatma prensibimi ancak bir saat geçebildim. Bu arada eşe dosta Bodrum Bodrum diye mesajlar çektim ama Oktay'ın yanıtı ilginçti: Kaş Kaş... Meğer o da Kaş'taymış; oysa ben onun bir hafta sonra tatile çıkacağını düşünüyordum. Şeytan diyordu atla git Kalkan'a, hem Oktay'ı da görürsün...
Sabah kahvaltısından sonra güzel olan şey Göltürkbükü'ne Umut'u görmeye gitmek oldu. Banu sorgusuz sualsiz davet etti telefon ettiğimde, hatta davet etmeden direkt adres tarifi verdi. Atlayıp gittik. Umut'um çok tatlıydı ama çok tatlıydı. Banu ve Sema Abla da iyiydiler, bizleri çok iyi karşıladılar. Evleri çok güzel bir mandalina bahçesinin içinde (satsuma), Gölköy tarafında. Umut oyuncağını beğendi ve hemen bozmak için gerekli girişimlerde bulunup başarıya ulaştı. Sonra öğlen yemeği için Türkbükü tarafına gittik. Gayet keyifli vakit geçirdikten sonra Muazzez Teyze'ye de uğradık, halini hatırını sorduk. Sonra ayrılma vakti geldi. Dörtyola geldiğimizde Bodrum'a dönmek yerine karşı yola geçip doğu yönüne doğru ilerledik ama oraların da denizini beğenmedikten sonra orman yangını söndürme çalışması görüp otelimize geri döndük. İkinci gecemizi Gümbet'te geçirmeye karar verdik ve biryerlerde ufak tefek eğlenmek bile istedik ama ortamlar sevimsizleşti. Gerçi kumsalda akşam yemeği yemek güzeldi ama daha sonra gittiğimiz yerlerde dam muhabbeti yapılınca sıkıldık. Onsekiz yaşında olsam belki içeri girmek için çaba gösterirdim ama insan otuzuna gelince bu tür muhabbetlerden rahatsız oluyor ve kolaylıkla protesto edebiliyor. Hele ki turistlere farklı işlem uygulandığını görünce daha da keyifsizleşti Bodrum hayatı bizim için. Gecenin öyle sevimsiz bitmemesi için atlayıp yeniden Bodrum'a indik gecenin ikisinde minibüsle, hayat gündüz gibi devam ediyordu. Biraz dolanıp rahatladım ve yine otele geri döndük.
Sabah bütün yarımadayı turlama ve heryeri görüp "beğenmemek", sonra da paşa paşa Kalkan'a geçmek gibi bir fikir attım ortaya :) Yaptık da... Önce Turgut Reis'e gittik, kahvaltı orada edildi, diğerlerine oranla güzel ama yine de vasattı. Sonra Akyarlar üzerinden Bitez ve Gümbet'e dönüldü, hiçbir yer beğenilmedi...Oradan kuzey kıyılarına uzandık. Gümüşlük tarafı baştan başa gezildi. ama yine bizi cezbedecek bir görüntüye rastlamadık. Evet herkes günlük tekne turlarından söz ediyordu ama kahretsin ki mavi yolculuğun ne olduğunu bilen kişiler olarak günlükçülere hep küçümseyerek baktığımızdan bunu yapmak istemedik. Ne o öyle tıkış tıkış bir teknede yüksek volümlü müzikle bir koya git, dal çık filan? Daha güzelini yaşadığımızdan bizi (en azından beni) kesmezdi :) Otele dönüp son bir kez Bodrum'a indik, alışveriş yaptık. Kim ne derse desin Bodrum'da gün batımı yine güzeldi. Gitmeden önce son bir kez Umut'u görmek istedim ve arayıp hemen Gölköy'e gittim. Onu öptüm kokladım, güzelce pışpışlayıp uyuttuktan sonra öpüp ikibuçuk yaşındaki dünyalar güzeli çocuğu bırakıp oradan ayrıldım...
Sabah yola çıkmak nasıl keyifliydi anlatamam. Kalkan'a gidiyor olmak olağanüstüydü. Kahvaltı molasını Muğla'da verdik. Tam şehir merkezinde. Şehir ne kadar temiz bir havaya sahip böyle, ciğerlerimin tertemiz olduğunu hissettim. Oradan Göcek'e geçtik. Mavi yolculukta Göcek açıklarına demirlemiştik ve bir kısım arkadaşlar oraya gitmişlerdi motorla ama ben karaya ayak basmama adına gitmemiştim, bir yandan da içimde ukde kalmıştı :) Şimdiyse orada olmak olağanüstü bir keyifti benim için. Göcek güzeldi, denizin rengi bile değişti güzelleşti güneye indikçe. Galiba biz seveceğiz buradan sonrasını diye fikir birliğine vardık. Ve yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından Kalkan'a vardık. Ah Kalkan, benim dünyalar güzeli tatil kasabam. Sevmeyene birşey ifade etmeyebilir, küçücük ve hatta çorak bir yer ama kim ne derse desin beni orada çeken birşey var. Yaşanmış güzel anılar var ve belki de en güzel yaşanan şeylerin bir kısmı var bilemiyorum ama orayı gerçekten çok seviyorum. Tabi bana orayı gösteren ve sevdiren Devrimce de çok teşekkür ediyorum. Pansiyona yerleşmek eve gelmiş olmak gibi birşeydi. Pansiyon sahibi Himmet Abi'nin oğlu Ömer karşıladı bizi kocaman gülümsemesiyle. Terasa çıkınca dünyam aydınlandı ve tatile çıktığımı anladım. Bu manzara beni çıldırtıyor, huzur veriyor, kendimden geçiriyor. Bir ömür bu terasta bir köşede öylece denizi izleyebileceğimden eminim. Bu sırada Kaan ile konuştuk telefonda, buralarda ev fiyatlarının ne kadar pahalı olduğunu öğrenince onunla da paylaştık bunu. Ne de olsa o da bizim gibi bir gün buralara yerleşme hayali kuruyor İrem'le. Yine de bir hal çaresine bakacağımızı düşleyerek karamsar havadan kurtulmaya çalıştık. Odamıza yerleşip soyunup dökündükten sonra Oktay'la telefonlaştık ve akşam yemeğini Kaş'ta onunla yemek üzere sözleştik. Ama önce Kaputaş'a gittik Devrim'le. Bu nasıl deniz böyle, yok gezdiğim başka hiçbir yerde. İki kaya arası kendince bir plaj; derin ve berrak suyu ile turkuvaz... Yüzmek havada uçmak gibi birşey burada, suyun kıvamı, berraklığı, ne bileyim sanki herşeyi bana göre tasarlanmış. Atarsın kendini sulara "cosss!", "oh be, tatile çıktığımı şimdi anladım". Düşünsene, üç günlük Bodrum macerasına rağmen denize ancak daldım. Tam da yerinde hem... Akşam Kaş'a gitmekle çok iyi ettik. Yolda kalmış iki Polonyalı turistle iki yerli turiste karşı sevap işlemiş olduk. Oktay'la buluşma yerimizde beklerken yanında birinin daha olduğunu gördüm ve ne yalan söyleyeyim başta biraz gereksiz bir katılım gibi geldi ama "Oktay getiriyorsa" dedim "mutlaka uyumlu birisidir". Uyumluluk ne kelime, bir kaynaştık ki sorma, nasıl neşeli nasıl hayat dolu biriymiş Taner. Aramıza katıldı ve eğlencemize eğlence kattı. Paris'te doğmuş yetişmiş, ve halen orada yaşayan biri olarak tatilini geçirmek için bizimle aynı mekanı seçmiş; ne iyi etmiş... Güzel bir yerde oturup güzel bir akşam yemeği yedik. Güzel sohbetler, neşeli konuşmalar oldu yemek boyunca, sonrasında da sahile inip bir başka güzel yerde oturduk, dolunaya yaklaşan mehtabın ışıltısı Meis'in ışıltısına karışıyordu. Çok ama çok güzel bir gece oldu. Yarın Kekova'ya gitmeye karar verdik birlikte. Onları Kaş'ta bırakıp biz Kalkan'ımıza döndük...
Sabah harika bir manzaraya uyandım. "Tatil bu ya, hayat bu yaa" deyip durduk sürekli. Kahvaltı çeşit çeşit ve sevimliydi. Manzara zaten olağanüstü... Yaşadığımı hissettim iliklerime kadar... Yola koyulup Oktay ve Taner'i aldık Kaş'tan. Eşyalarını da aldılar çünkü bizim pansiyona geçmeye karar verdiler. Kekova'ya gitmek sandığımdan kısa sürdü. Hemen bir tekne kiralayıp açıldık. Bilmiyorum, belki denize yağdırdığım övgülerden sıkıldın ama bu kadar mı berrak olur bir deniz. Kaputaş kadar mavi ya da turkuvaz değil, bu tamamen berrak bir su; hafif yeşil çağrışımları olan bir berraklık. Batık kentin gizemi, kalenin olağanüstü atmosferi... Burada yaşamış uygarlıklar, göçüp gitmiş uygarlıklar... Suyun içinde batık mendireği bile görebiliyorsun, var mı böyle birşey? Yüzmek için tersane koyuna gidiliyor, bir de akvaryuma. Hava da yüzüyormuşsun gibi sanki, öylesine birşey işte, nasıl anlatmalı bilmem ki. Bir de gırgır ve şamata var tabi, tatil böyle birşey herhalde :) Dönüşte iki yıl önce gittiğimiz çardaklı yeri aradık yemek için ama bulamadık; kapanmış, başka bir yeri denedik ve gayet güzel bir yemek oldu yine denize karşı. Deniz buradan çağla yeşili görünüyordu.
Boncuk satan kızlar vardı, her gelenden birşeyler almak istiyor
insan; hele yaşlı bir nine de boncuk satıyordu ki sattıkları diğerlerinkinden
farklı değildi ama yüzünde bambaşka bir sevimlilik vardı... Yemekten
sonra dönüş vakti geldi ve yola koyulduk. Elmalı ayrımından dönecektik
ki yolun uzayacağını farkedip bildik yol üzerinden, Kaş üzerinden
pansiyonumuza döndük. Oktay ve Taner de odalarına yerleştiler ve
terasa çıktıklarında onlar da manzaraya bayıldılar. Akşam yemeğini
pansiyonda yedik, meşhur terasımızda. Himmet Abi'nin tuttuğu balık
(ama ben uyuzum ya tavuk yedim) ve Şerife Abla'nın yaptığı enfes
pilav. Tabi birkaç yanlıkla birlikte. Araba kullanmayacak olmanın verdiği
rahatlıkla bu akşam kendimi koyvermeye karar verdim. Dörtlü olarak
masada çok eğlendik. Bu sırada Esra'dan mesaj geldi ve onun için
"çin çin" yapmamızı istedi. Bunun üzerine tam beş dubleyi
sek içerek olayı kasten ve bilerek abarttım. gecenin geri kalanından
hatırladıklarımsa kısaca şöyle: Çok güldüm ama çok güldüm.
Taner'le çok ama çok güldük. Sanki hepbirlikte Kalkan sokaklarında
dolaştık sonra ama tam hatırlamıyorum. Çok güldüğümü hatırlıyorum
sadece, sonra limana indiğimizi, çorbacıya gidildiğini ve Taner'le
benim yine çorba içmediğimizi, Devrim'le Oktay'a eşlik ettiğimizi,
sonra yine çok güldüğümüzü ama ama çok güldüğümüzü hatırlıyorum
:) 22/08/2002 PERŞEMBE Sabah kalktığımızda herşey normaldi. Devrim'den dün bir saçmalık yapmadığımı, kimseyi rahatsız filan etmediğimi de öğrenince içim rahat etti ve güne daha bir güzel başladım. Enfes kahvaltımızın ardından yine yollara döküldük. Bugünkü hedefimiz Saklıkent'ti. Enteresan yollardan oraya ulaştık. Çok çok ilginç bir yerdi. Pamukkale ve Kapadokya ile birlikte Türkiye'nin en ilginç yerlerinden biri bence, bir doğa harikası. Hele kanyonun girişindeki sudan geçerken ayaklarımın donmanın da ötesine geçmiş olması beni perişan etti. Resmen acı çekiyordum suyun öte yanına geçerken. Kayaların arasından fışkıran su öylesine çağlıyordu ki hatta oranın yerlileri bu suda yüzüyordu bile ama ben ve benim gibi birçok kişi değil yüzmek, suya ayaklarını bile sokamıyordu :) Tabi asıl güzellikleri görebilmek için karşıya geçmemiz gerekiyordu ve geçtik ama nasıl geri dönebileceğimizi bilemiyordum. Sonra yavaş yavaş ilerlemeye başladık ve kanyon daraldıkça daraldı. Ara ara gökyüzü görünmez oldu, dev kayalar yukarıda yarığa takılmış kalmış duruyordu. Suyun rengi çamurluydu, keşke berrak olsaydı. Neyse ki ılıcanaydı. Parkur yavaş yavaş zorlaşmaya, yükseltiler ve darlıklar artmaya başladı. Artık ayaklarımız da kayıyordu, karşıdan insan gelebildiği sürece sorun y oktu zaten. Üç noktada geçiş gerçekten çok zordu, önceden tırmanan birinin bizi çekmesi gerekiyordu yukarıya ki buna rağmen ayaklarımız kaya kaya karga tulumba yukarı çekiliyorduk. Artık bir süre sonra olay mantıksızlaşmaya başladı. Çünkü bir yerimizi kırsak buradan çıkış neredeyse yoktu. O yüzden geri dönmeye karar verdik ama dönüş daha komikti çünkü o yükseltilerden inmek ancak kayarak ve atlayarak mümkündü; cumburlop suya. Çok eğlenceli ama bir o kadar da riskliydi. NEyse ki sağ salim dönmeyi başardık ve bir daha o ızdıraplı akarsudan karşıya geçtikten sonra çıkışa vardık. Yemek için güzel bir çardakta oturduk yine su kenarında hasırların üzerinde. Yedik içtik, sonra ben bir güzel uyumuşum minderlerin üzerinde o huzurlu ortamda, yenilenip uyandım. Bir süre sonra da geri dönmek üzere yola koyulduk zaten. Oktay Patara'yı görmemiş, oraya gitmeye karar verdik. Önce garip yollardan adının Üçağız olduğunu sandığım yere gittik. Patara'nın manasız upuzun kumsalının bir parçasıydı. Sonra Patara antik kentinin girişine geldik ama adam başı on milyon olduğunu duyunca el sallayıp geri döndük :) Pansiyona dönüp yıkanıp paklandıktan sonra çarşıya indik. Zaten çarşı dediğin ne ki, Kalkan küçücük bir yer. Bu arada Oktay geçici dövme yaptırmaya karar verdi ve deseni de ben çizdim, meşhur martı figürümü... Oktay'a yakıştığını görünce küçük versiyonunu da ben koluma yaptırdım, çok da şirin oldu. Birgün bunun gerçeğini de yaptırabilirim aslında. Ardından yemeğe sahil tarafında bir restorana indik. Güzelce yemeklerimizi y edik ama dün akşamki kadar kakara kikiri koktu tabi. Ardından mendireğe gittik ve muhteşem dolunayı izledik. Perşembe akşamı, taa ne zamandan bu akşamda dolunay olacağını öğrenmiştik, kısmet burada görmekmiş. Sonra da biraz yıkarı tarafa çıkıp cappicino filan içtik ve pansiyona döndük. Oktay ve Taner bizim balkona konuk oldular ve gecenin bir vakti fısır fısır konuşup çıtır çıtır çekirdek yedik ve bir de Devrim'in üşenmeden alıp geldiği dondurmaları...
Sabah son dörtlü kahvaltımızı yaptık; bizimkileri kandırmaya çalıştık ama özellikle Taner'in cumartesi Bodrum'dan İstanbul'a uçağı vardı, pazar da Paris'e uçacaktı. Oktay da teyzesine geçecekti Marmaris'e. Onları yolcu ettik. Değişik bir duyguydu, sanki biz Kalkan'da yaşıyormuşuz da konuklarımızı gönderiyormuşuz gibi. Kimbilir bir gün belki o da oluverir bakarsın. Oktay ve Taner'in tatilimize renk katması gerçekten çok iyi oldu. Zaten renkli ve güzel bir tatil oluyordu ama hiç hesapta olmayan başka güzel renklerin de bize katılması başka türlü hoşluk katmış oldu. Umarım bir gün yine bir şekilde bir yerlerde karşılaşabiliriz. Onlar gittikten sonra biz de Likya-Mahal'e gitmek istedik tekneyle ama orası doluymuş? Bunun üzerine biraz kararsızlıktan sonra Devrim'le gitmekten hiç bıkmayacağım Kaputaş'a gittik ve orada saatlerce kaldık. Ben herhalde iki saat kadar gazete okudum, sonra kitap filan. Yüzdüm tabi yüzmez miyim. Devrim gölgelikte uyuyup dinlenmeyi yeğledi daha çok. Huzur verici bir güne çevirmeyi başardık yine yaşadıklarımızla hayatı. Akşam teras yemeği vardı, yemek güzeldi ama bizimkilerin eksikliğini hissetmedik desem yalan olur. Bu arada Tülin dönmüş İngiltere'den, ona telefon ettim. Vazgeçmiş orada yaşamaktan. Sevdim bu çılgınlığını, gidişini sevmiştim, dönüşünü de sevdim. Biz geceyi daha fazla uzatmadık. Benim uyku problemim de var tabi. Kendimi yatağa attığımda galiba çoktan uyuyordum :)
Sabah biraz kahırlı uyandım; son günümüzdü Kalkan'da. Son kahvaltı, son manzara izlemeler. Beni bir köşeye koysalar, ben yemesem içmesem, köşemde öylece bu manzarayı izlesem olmaz mıydı? Olmazmış, olamazmış, yola çıkmak gerekmiş, dönmek gerekmiş, doğduğum yere... Ama bir muziplik daha yaptık Devrim'in sayesinde: Tutturdu bir kerede gitmeyelim İstanbul'a dönüşü keyifli yapalım diye. Hoşuma gitti fikir ve vedalaşıp pansiyondakilerle ve Kalkan'la, yola koyulduk yine. Tefenni, Çavdır, Burdur üzerinden Afyon'a ulaştık. Yolda radyo dinlerken açıköğretime üniversite mezunlarının sınavsız girebileceğini öğrendik ve aklımızın bir köşesine yazdık. Afyon'da arkadaş tavsiyesi ile İkbal Otel'e yerleştik, allem edip kallem edip yüzde elli indirimi kaptık. Termal bir otel, tam benlik. Pansiyondan sonra beş yıldız biraz lüks geldi tabi yalan söyleyemem :) Havuzdan ümitliydim ama o kadar güzel denizden sonra sarmadı. İşin güzel yanı burada genel bir bakımdan geçebilecek olmamızdı ve pek de abartılı değildi rakamlar. Şöyle bir gezdik tesisleri, hoşumuza gitti. Termal havuz ilginçti zaten onu hemen denedik, yarın için de bir masaj bir de cilt bakımı randevusu aldık ne alakaysa? Akşam yemeğinden önce Özdilek'e ve çevre mağazalara baktık. Özlememişim böylesi büyük yerleri ama vakit geçirdik yine de. Otele döndüğümüzde hemen yemeğe gittik ama bir çekirge sürüsü ile karşı karşıyaydık. Yemeklere saldıran ve sürekli gürültü yapan anlamsız bir kalabalık vardı. Yine de yemekten zevk aldım ben, ne de olsa Devrim'leydim. Yemek sonrası tabi ki yol yorgunluğu ile kendimi yatağa attım hemen ve otuz saniye içinde uyuyakaldığımı sanıyorum... 25/08/2002 PAZAR Sabah kahvaltı güzeldi. Yola çıktığımızdan beri ilk kez kahvaltıda doydum :) Tamam, Kalkan'daki kahvaltıda da bir sürü çeşit vardı ama ben ne anlarım reçelden marmelattan? Zeytin olacak siyah, yeşil biberlisi de olacak, peynir olacak, kaşar olacak diğerleri olmasa da olur. Sonra odamıza çıktık ve bornozlarımızı giyip aşağı indik. Burası termal bir otel olduğundan millet ortalıkta bornozla dolaşıyor ve bu gerçekten çok komik görünüyor ama alışıyorsun hemen asansörde bornozlu insanlara rastlamaya... Sağlık merkezine gittik ve bizi ayrı ayrı masaja aldılar. Hep masaj yaptırmak isterdim kısmet bugüneymiş. Yarım saatlik aromalı bilmemneli masaj yaptırdım, tabi kendimden geçtim. Orada bir ömür kalabilirdim. Benim de bir ömür kalmak istediğim ne çok yer var? Oradan cilt bakımına geçildi ama bu daha uzun sürdü. Bir daha yaptırmayı düşünmediğim bir işlemdi ve biraz mucize bekliyordum ama masajdan sonra cildim zaten yeterince şahane hale gelmişti. Neyse, işte bir sürü işlemden sonra bunu da görmüş olup odamıza çıkıp toparlandık. Yolun bundan sonrasını helikopterimle gitsem ne iyi olurdu :) Gerisi zaten sevimli değildi; Kütahya, Bilecik, Adapazarı, İzmit ve İstanbul. ... Özür dilerim İstanbul, bu kez de seni hiç özlemedim... ama seviyorum merak etme, çok seviyorum. Bir daha böyle tatiller olmalı hayatımda, aslında hayat tatil gibi olmalı ama nasıl? Bir yolunu bulacağım ve kesinlikle başka türlü yaşlanacağım ben... Yola çıkmalı Bir daha Bir daha Güzel insanlarla Güzel yollara
|
|
|
||
BİR KUŞ UÇUMU KADAR UZAĞIZ BİRBİRİMİZDEN BİR KANAT ÇIRPIMI KADAR YAKIN |