AMA         BU ŞEHİR EKRANLARDAN SEYREDİLMEZ Kİ DOSTUM... ÇIK VE ŞEHRİNİ         YAŞA!...

www.medigo.com.tr.tc

medigo@rt.net.tr
ICQ:22241084

BİR
İSTANBUL
SABAHI

      Bu şehri yaşamaya dair, yaşanmışlıklara ve yaşanacaklara dair....

ANA SAYFA

  SPİL

YOLLARA DÜŞTÜM

YAKAMOZ

BODRUM'DAN KALKAN'A

AH GÜZEL İSTANBUL

BİR İSTANBUL SABAHI

ALBÜM (AİLE)

ALBÜM (EŞ-DOST)

ALBÜM (İŞ-GÜÇ)

  ÇİZİKTİRMELER

ŞİİRİMSİ

İPEK KANATLAR

  KOMŞU BAĞI

HOŞÇAKAL LİMANI

  İLETİLER

  ELEK

  ATA

DAĞARCIK

BAŞKA

     Hikaye bir şehrin sabahında başlar. Gün ağarmaktadır ama belli de olmaz, gece de yaşanır bu şehirde hayat gündüz de, insanlar ne zaman sabah oldu ne zaman akşam anlayamazlar.
     Boğaziçi kendi gizinde sakindir oysa ama koca koca gemiler zorlar gizini büyüsünü. Gravürlerin çekiciliği sanatından mıdır yoksa gerçekliğinden mi bilinmez hep o eski özlenir ne hakkın hikmetiyse.
     Bu gün de bir Boğaziçi günü işte. Köprü ağırlığıyla arabaların, radyolardan yükselen yol ve trafik haberleri arasındaki nay nay nomlara direksiyona parmak vurarak eşlik eden şoförlerin sabrıyla ya da sabırsızlığıyla karşılar yeni günü. Acaba derdi miydi bunca tantana? O hep kartpostallara resim olmak, zarftan çıkınca bakan gözlerin parıldadığını hayal etmek istiyordu belki de; kendine mi yoksa zarfı açanın hasretine mi kıvılcım çakmıştı bilemeden.
     Oysa daha dün akşam olmamış mıydı, kar yağmamış mıydı; nereye gitti dünün akşamı, karı buzu bu şehrin. Kıpkızıl batmıştı güneş, milyonlar yaşamıştı, kafasını çevirip bakabilen görmüştü akşamı ama çoğu ekmek derdinde...
     Derdi olmayan da dertsizlikten belki kendi dünyasında seni yaşayan kaç kişi var ey İstanbul, seni bilip de seven kaç kişi var?
     Biz ufak motorlara binerdik eskiden, çok sallardı lodos bile olmasa; ben korkmazdım da abim korkardı. Korkak olan bendim oysa o günlerde, belki de korkmadığım tek şey buydu o yüzden daha bir zevk alırdım o motorlara binmekten. Şimdilerde devasa motorlar kondu sefere, artık kimse korkmuyor. Benim de bir 'üstün' yanım böylece tarih oldu...
    Ama gece hep korkuturdu beni, benim korkularım vardı; kimse öğretmemişti bunu, ben bulup çıkarıyordum bir yerlerden. Çok sonraları öğrendim Boğaz'ın ışıltısını, dolunayı mehtabı...
     'Karanlık sulara gömüldüler' diye yazardı gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinde, ben korkardım boğazın karanlık sularından, soğuktur da o karanlık sular; ama denizin sıcağı güzel olur mu?
     Loş olur boğaz otobüsleri, fazla ışısa cama vurur aksi de göremezsin manzarayı; her gördüğünde bu kadar mı bambaşkadır, bu kadar mı farklı bir yanı bulup çıkarılır bir pencereden denizin. Deniz de deniz ama, ne ufku var ne dalgası, biz denize değil Boğaz'a vurgun bir neslin devamıyız.
     Ufku hiç sevemedim ben... Ben bir köprü geçimi kadar yakında olan karşı kıyıları sevdim.
     Hele yürüyerek geçtin mi karşı tarafa boyut değiştirmiş gibi olursun, hani nasıl desem, başka bir masala girersin bu şehirde. Tamam, kiri-pisi, ayısı-magandası da var ama cümbüşü yeter be dostum, tarihi yeter.
     Biz de tarih olmuyor muyuz, neden gidip de silinmiş bir memlekette yok olayım İstanbul'da kaybolup İstanbul'la yücelmek varken? Neden kendimi bundan mahrum bırakayım?
     Eskiden Galata Köprüsü sallanır dururdu dubalar üstünde, şimdi sağlam kazığa bağladılar. Artık bağlantı aparatlarından geçerken eski dolmuşların yarattığı takırtı yok. Hiçbir şey eskisi gibi değil, olamaz da ve hatta olmamalı da belki; hayat devam etmeli, her varlık devrini tamamlamalı sanki. Dünyayı sabitlemenin ne espirisi var ki; 'hep aynı'lık sıkmaz mı insanı bir süre sonra? Balık tutan insanlar olmazsa olmaz bu şehirde ama insanlar balık tutmasa olmaz mı? Neden kancasına taktıkları kurtçukların sevdasına düşmüş balıkların damaklarını bir kancaya takmaktan bu kadar büyük bir zevk alır insanoğlu? Çırpındıkça nasıl da parlar gözler de ayıklanır oltalar aşk ile şevk ile. Hadi balık bilmez diyoruz yaptığının eziyet olduğunu kurtçuğa da balık tutan adam evine peynir zeytin götürse olmaz mı? Hadi hepsinden geçtim, o da rızkını çıkaracak evinin, hiç olmazsa kancaya takılan her balıkta içi biraz olsun sızlasa da 'dünya böyle ben ne yapayım?' dese olmaz mı...
     Aç karnını doyuramayan bir millet nasıl dalsın da gitsin büyüsüne bu şehrin. Çoluğuna çocuğuna bakacağım diye onca eziyete katlanan insanoğlu nasıl tatsın zevkini burada olmanın. Bu şehrin sefasını bir öğrenciler yaşar bir de varlıkları yokluk nedir bilmeyenler... Herkes yaşar bu şehirde ama herkes onlar kadar yaşayamaz.
     Sefaletini bilir misin sen bu şehrin, yokluğu bilir misin? İskelene vapur uğramaz artık bir de çaptan düşmüşsen, kimse kapını açmaz; bir bencillik almış yürümüş, ben ben diye inler insanoğlu...
     Ben mi çocuktum da dünyam pespembeydi yoksa gerçekten mi paylaşmayı severdi bu insanlar, bunu hiç öğrenemeyeceğim...
     Komşusu açken tok yatan bizden değil ya nereden bileceğiz komşumuzun gözünün aç olup olmadığını bizim gözümüz tokken, neden birbirinin içine girdi bunca şey de içinden çıkılmaz bir hal aldı? Büyüyor muyuz, hayatı mı anlamaya başlıyoruz yoksa. Neyse, konumuz bu değil, konumuz İstanbul'da bir sabah...
     İstanbul'da sabah olunca yeni doğmuş bir bebeğin önlenemez hücre çoğalmaları gibi çoğalır sokakta İstanbullu; karınca sürüsü gibidir. Bu şehrin en güzel sürüleriyse martılar... Martılar olmasaydı benim şehrim eksik kalırdı arkadaşım... Vapura mı sevdalıdır bu martılar yoksa atılan simitlere mi bilinmez. Bu kadar resimsi bir varlığın sesi bu kadar mı kuşluktan uzak olur, resim gibidir martılar. Onlar da balık derdinde elbette, acımaz, dalar yerler bulurlarsa, bulamazlarsa oltalara ortak olurlar. İstanbullu dediğin sever martıları, simidini bölüşür, balığını paylaşır martılarla... Ben de severim martıları, her mektubumun köşesine iliştiriveririm bir martı resmi. Sembolüm, rumuzum martılardır ama anladım ki geçende, ben martı değilim, martı severim ben; ne sevmesi dostum, ben taparım martıya...
     Deniz köpüğü üstü bir martı kanadı ver bana, başka da birşey verme. Bana kaderimi ver İstanbul, martımı sarayım omzuma, yaslanıp seyrine dalayım... Bir kurtulamadık geceden, yaşayamadık şu hikayede sabahı, kurtulmak isteyen kim, dedik ya sırası yok bu şehrin; haydi geceyi yaşayalım... Benim Ortaköy'ümde tahta masalar vardı bir ayağı kısa, langur lungur sallanan, sandalyeleri de öyle, en tatlı yerinde sohbetin çay dökülecek diye bölünürdü sohbetler tabağa. O zamanlar cafe-barlar yoktu da kahvehaneler vardı, çay bahçeleri vardı kızlı erkekli gidilen. Ucuz kitaplar gerçekten ucuzdu ama o zaman da paramız yoktu...
     Ben de o kadar eskisi değilim bu şehrin, doğdum doğalı buradayım ama 'hey gidi günler' demek için daha vakit var sanıyordum, yokmuş; dün dediğin hey gidi günler demek için anılar rafına kaldırılmış. Bu şehirde hayat gün be gün yaşanırmış, dün dediğin tarihmiş meğerse, hasret düne dairmiş. Gecesi laciverttir bu şehrin akşamlarının...
     Yoruldunsa soluklan biraz, korkma yutmaz seni bu şehir, sen benim peşime takıl, ben bilirim gizini kuytusunu. Bazen en ulu orta yerdedir kuytular, ne gelen bilir bunu ne de geçen, dedim ya dostum sen bana takıl. Gel asılalım küreklere, Sadabad'e gidemeyiz belki serv-i revanım ama şöyle bir turlasak açılırsın limanın ucuna kadar. Kürek çekmeyi de bilmezsin benim gibi sen de şimdi; olsun böylesi daha güzel, fazla asılır da havalandırırız kürekleri, ıslanırız iyi mi? Hem denize değdikçe ellerin, nasıl ferahlarsın bilir misin? Ya da bir sahile gidelim, arkamızda önümüzde akıp gitsin bu şehir, biz yüreklerimizde süzülelim. Martılar eşlik ederler korkma; hem ben de varım yanında, gel şöyle bir turlayalım anılar limanında. Son gemi de kalkıp gitmesin şimdi, anılar silinmesin...
     Ama hep anılarla yaşanmaz ki, gel biz geceyi yaşayalım. Bu şehrin bir de nesini severim bilir misin? Herkese yer var gecesinde. Dilersen git Eyüp Sultan'a tövbelere tövbeler katmak için, istersen Beyoğlu'nda ye iç eğlen tepin. Dilersen kapat kapını evinde dostlarınla sohbet et, ya da daral gelsin içine in sahile, çayını yudumla da yutkun güzelliğine şehrin. Kim ne derse desin benim şehrim çay şehridir; insanlar ne rakı sunarlar adama misafirlikte ne de nescafe. 'Çay alır mısın?' en sıcak sorudur belki de hayatımızda. Bir bardacık şöyle kıvamında... Kızma hemen, iç rakını, çek nescafeni cappucinonu dostum ama bunlar gündelik hayatın değil özlemlerin susuzluğudur; ben köşe başı gündelik hayatların hikayesini anlatıyorum. Yoksa her İstanbullunun hayalidir eski bir iskelede şöyle rakı peynir... Haliç'i gecedir güzelleştiren ve insandır çirkinleştiren gündüzün Bu şehir bizi seviyor mudur dersin? Camisi olmasa yine güzel olur muydu İstanbul, sen ben olmasam? Köprüsü olmasa, vapuru olmasa... Martılar ne yer ne içerdi bizsiz, biz olmasak ne yapardı onlar, ama en çok bu şehir?
     İstanbul'da sabahtı hikayemiz. İşte sana sabah, gün doğuyor, insanlar yollarda. Akşamın hayali yok diyemezsin; iş çıkışını hayal ediyor İstanbullu, okul bitimini. Uykusuz gecenin hasretine ne erken uyku yeminleri ediliyor kendi kendine... Bir gün daha benim şehrimde işte. Ne paralar, ne yokluklar dönecek yine; ne acılar ne mutluluklar. Herkese yer var bu şehirde; sevenine olduğu kadar sevmeyenine de... Biz bu şehre yakışıyor muyuz dersin, biz İstanbul'u yaşıyor muyuz?
     Sabah oldu, yaşayalım haydi, yaşayalım dibine kadar bu şehri. Ama bekleyelim, iş çıkışına kadar şimdi... Salacak'a in, çayını yudumla işte, seyret Kızkulesini, Topkapı Sarayını... Vapurlar da akar gider önünden. Kaç bin yılın birikimi bunlar, hangi emeklerin. Yazık değil mi bu şehre, sevmek gerekmez mi. O böyle güzelken, onu görmemek, onu yaşamak olur mu hiç? Onu sevmemek... İstanbul'da bir akşam, şehir huşusuna kavuşmuş, eğlenenler dalgasında, deniz kendi dalgasında. Kimi hiçbir şeyden habersiz televizyon sevdasında. Ama bu şehir ekranlardan seyredilmez ki dostum
.

     Çık ve şehrini yaşa...

     medigo

     10/02/2000 Kadıköy/İSTANBUL

 

Hit Counter



Bu yazı Bilkent Üniversitesi Club Positive' de yayınlanmıştır.

BİR KUŞ UÇUMU KADAR UZAĞIZ BİRBİRİMİZDEN BİR KANAT ÇIRPIMI KADAR YAKIN